Zamanın hızla aktığı bu çağda, insan zihni iki uç arasında durmaksızın salınıyor: gerçeklerin ağırlığı ve hayallerin hafifliği. Dimağlarımız, bir yandan yaşamın dayattığı zorunluluklarla yüzleşirken, diğer yandan içimizde usulca büyüyen hayallerin çağrısına kayıtsız kalamıyor.
Gerçekler, çoğu zaman şekil vermek zorunda kaldığımız bir dünya sunar. Onlar somuttur; hesap ister, plan ister, sorumluluk ister. Fakat hayaller… Hayaller daha özgür, daha sınırsızdır. Kimsenin çizmediği, kimsenin sorgulamadığı bir evrende sessizce filizlenirler.
Ama asıl mesele, bu iki dünyanın arasında sıkışan insan aklıdır. Bir yanda yapmamız gerektiğini düşündüklerimiz, diğer yanda olmak istediğimiz kişi… Ve her ikisini aynı bedende taşırken çoğu zaman yoruluruz.
Belki de çözüm bu salınımda gizlidir. Gerçekler bizi ayakta tutar; hayaller ise ileriye taşır. Gerçeğe kök salıp hayale doğru uzanan bir varlık olmak, belki de insan olmanın en sade tanımıdır.
Gerçekler ve hayaller arasında kalmış dimağlar, aslında kaybolmuş değil; kendi yolunu arayan ruhlardır. Ve yolunu arayan her ruh, sonunda kendi hakikatini bulur.